28 Ağustos 2016 Pazar

Semerkant -Amin MAALOUF

Uzun zaman önce okumuştum Semerkant’ı. Bundan 15-16 yıl önceydi galiba. Ömer Hayyam’la tanışmam da bu kitap sayesinde olmuştu. Geç kalmışlık hissiyle telaşlanıp Hayyam’la ilgili bulabildiğim tüm kitapları okumaya başlamıştım hemen.Hayata bakış açısı etkilemişti beni.Ve aynı zamanda sıkı bir Amin Maalouf hayranı da oluvermiştim.

Gelelim kitaba;
Kitap kendi içinde 4 kitaptan oluşuyor.Ama ben anlatırken kafa karıştırmamak için bunlara bölüm demeyi daha uygun buldum.
Birinci bölümde(Şairler ve Sevgililer), Hayyam’la tanışıyoruz. Hayyam, Nizamülmülk ve Hasan Sabbah ilişkisini ele alıyor yazar.Devletine en parlak dönemi yaşatan Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah’ tan da bahsediyor doğal olarak.Ama nedense Melikşah’ın hep olumsuz özellikleri üzerinde durmuş.Terken Hatun’un (Melikşah’ın karısı,Selçukluların Hürrem’i) siyasete nasıl müdahale ettiğini de anlatmış.

İkinci bölümde(Haşhaşiler Cenneti), Nizamülmülk tarafından aldatılan Hasan Sabbah’ın, intikamını almak için  Semerkant'a dönmesini ve Alamut'u  anlatıyor. (Hasan Sabbah’ın fedailerini nasıl yetiştirdiğiyle ilgili daha detaylı bilgi isterseniz Fedailerin Kalesi Alamut -Vladimir Bartol sizi tatmin edebilir.) Alamut’un tarihçesini anlatırken bir felaketten de bahsediyor yazarımız:Moğol istilası…Yine yıkılan kütüphaneler,yakılan kitaplar.Kim bilir nice sırlar,evreni daha erken keşfetmemizi sağlayacak nice bilgiler yok oldu o kitaplarla.Hayyam’ ın El Yazması kitabı da kül oldu belki.Ama yazarımız Rubaiyat için başka bir son yazmayı uygun görmüş.Moğol istilasından kurtarıp yıllar sonra başka bir felaketin kucağına atmış El Yazması Rubaiyat’ı.

Üçüncü bölümde (Bininci Yılın Sonu), yazarımız Benjamin Omer Lesage olarak karşımıza çıkıyor. 1870’lerde yaşamış olan anne ve babasının hikayesini anlatmakla başlıyor kendini tanıtmaya.1895 yılında ise adını aldığı Ömer Hayyam’ın kitabının peşine düşüyor. Benjamin o yılların İran’ını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.Günümüz İran’ını anlamak için sanırım tam da Benjamin’in yaşadığı yılları iyi okumak gerekiyor.Yazar da bunu amaçlamış ve yaşanan siyasi çalkantıları,devrimin ayak seslerini bir yabancını gözünden anlatarak İran gerçeğini okuyucuya aktarabilmiş.Mali sıkıntı içinde olan İran’ın dışarıdan aldığı her borç karşılığında yolların,bankaların ve haberleşme ağının yabancı bir devletin tekeline geçtiğini ,Şah’ın seyahatleri yüzünden de borç alınmaya devam ettiğini de belirtmeden geçmemiş yazarımız.

Dördüncü bölümde (Denizde Bir Şair)ise, Ömer Hayam için çıktığı yolculukta İran’ın iç işlerine dahil olan Benjamin’in Şah’ın torunu Şirin ile birlikte Amerika’ya dönme macerasını konu edinmiş.
Peki Benjamin ve Şirin dönebildiler mi?
Ömer Hayyam’ın kitabına ne oldu?
Moğol istilasından kurtulan Rubaiyat’ın Tanrı bile batıramaz denilen Titanic’te ne işi vardı?
Ve İran’da yükselen eşitlik,özgürlük sesleri nasıl sustu?
Tüm bu soruların cevabını öğrenmek isterseniz bu kitabı okuyun muhakkak.
Hayyam'ın bir rubaisiyle  bu yorumu da bitirelim.

Rahmetin var, günah işlemekten korkmam; 
         Azığım senden, yolda çaresiz kalmam; 
        Mahşerde lutfunla ak pak olursa yüzüm 
       Defterim kara yazılmış olsun, aldırmam."



Yazara dair;Amin Maalouf  Lübnan doğumlu bir yazar.1975’ten beri Paris’te yaşıyor olsa da,kitaplarını Fransızca yazsa da doğuyu iyi tanıyan bir yazar.Eğer okuyacağınız kitapta doğudan motifler görmek hoşunuza gidiyorsa Maalouf’un tüm kitaplarını kütüphanenize ekleyin. 

18 Ağustos 2016 Perşembe

Şah ve Sultan- İskender PALA

           Çaldıran Ovası’ nda karşılaşan Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim ile Safevilerin Şahı İsmail’in savaşı.Yani Şah ve Sultan’ ın savaşı.

            Peki haklı olan taraf kim bu savaşta?Kim bu savaştan galip çıkmayı hak ediyor?Ve yazar bir savaşı anlatırken hangi taraftan bakmalı,kazananı mı kaybedeni mi yüceltmeli?

            İskender Pala tam anlamıyla ikiye bölmüş kendini ve iki tarafta da durmayı başarmış.Yavuz’un musahibi Hüseyin ve İsmail’in himayesindeki Kamber olup iki açıdan da aynı derecede anlatmış olayları.Böylece hem Sultan’ ın hem Şah’ ın savaşma nedenlerini,savaş hazırlıklarını,gönül kırgınlıkları,yaralarını,iktidar hırslarını görme imkanı vermiş bize.

            Bu savaşın bir din-mezhep savaşı olmadığını da vurgulamış.İki tarafın da Hristiyanlarla hiç savaşmadığına, aksine ordularında onlara yer vererek,Hristiyanlara Müslüman kanı döktürdüklerine dikkat çekmiş.Savaşan tarafların aynı ağacın farklı dalları olduğunu da göstermiş.

           Babasını devirerek yerine geçen Selim’in nasıl Yavuz olduğunu Hüseyin’in dilinden anlatmış.Şeyh olarak çıktığı yolda önce Çocuk Şah,sonra da Şah İsmail olarak devam eden Safevi liderinin yaşadıklarını ise Kamber anlatıyor bize.
            
            Benim için kitabın en önemli ismi işte bu Kamber Can oldu.Kim olduğu ile ilgili bütün gizemi cebinde taşıdığını bilmeden yaşayan Kamber Can.Neden hadım edildiğini sorgulamayan,sevginin ne demek olduğunu arayan Kamber Can.Kamber, çevresinde sevginin bin bir türlü haline tanık oluyor.
           Yatağına koyduğu kılıcı kaldırmayan Şah’ın eşi Taçlı Hatun’da, öfkenin sevgiyle iç içe geçmiş halini,
            Kılıcı eşi kaldırana kadar beklemeye and içmiş olan Şah’ın sevgisinde çaresizliği,
            Taçlı Hatun’ u İstanbul’ a götüren Yavuz Sultan ile Taçlı arasında sevginin bir türlü yaşanamayan halini görüyor.

            Güzelliği dillere destan Taçlı Hatun’un çocukluk aşkını bekleyişinde belki de sevginin umut etmek olduğunu anlıyor Kamber Can.Bir hazineyi arar gibi sevginin izini sürüyor.Buluyor mu dersiniz?Bu sizin sevgiden ne anladığınıza bağlı.

            Sevgi bir adanmışlık hali ise,kul olmak,kul olmaktan gocunmamak ise,sevgilinin ismi,cismi,cinsi önemli değilse,kendi yüreğinde buluyor sevgiyi Kamber Can.

            Kitap tamamen sevgiyi bulmak üzerine değil tabi ki.Sonuçta bir savaş anlatılıyor.
            Yavuz Sultan Selim’in Şiilere yaptıklarıyla,İsmail Şah’ ın Sünnilere yaptıklarını objektif bir açıdan anlatmış yazar.Okurken öyle bir hale geliyorsunuz ki,tam bir tarafa içiniz yanarken,diğer taraf yüreğinizi dağlamaya başlıyor.İki liderin de iktidar olmak için yaptıklarını dehşet içinde okuyorsunuz.
             Ayrıca yazar bir şeyi çok net anlamamızı sağlıyor:Bin tane de sebep öne sürülse savaşların asıl nedeni iktidar hırsıdır.

           Aşkı anlatırken coşturan,cengi anlatırken heyecanlandıran,ölenlerin,öldürülenlerin acısını yüreğimde hissetmemi sağlayan,kullandığı dille hep takdir ettiğim İskender Pala,bu kitabıyla da tam not aldı benden.



10 Ağustos 2016 Çarşamba

Havva'nın Üç Kızı - Elif ŞAFAK

Türkiye’de okunması en zor yazarlardan biri bence Elif Şafak.Zor çünkü yazarı bırakıp bir türlü yazdıklarına odaklanamıyoruz.Ve şimdi ben okuduğum bir kitabın bende bıraktığı izlenimleri anlatmaya çalışacağım.Yazarın kim olduğuyla ilgilenmeden.Zihnimi tüm ön yargılarımdan arındırmaya çalışarak,yapabildiğim kadarıyla.
Böyle söyledim ama kitabın ilk 50 sayfasını okurken sürekli cümlelerin altında yatan gizli işaretler,siyasete göndermeler aradım.Öyle olaylar yaşamıştık ki ülke olarak,tüm herkesten şüpheleniyordum artık.Anladım ki ön yargılarımızdan sıyrılmak bize yakışmadığını bildiğimiz bir elbiseyi üzerimizden çıkarıp atmaya benzemiyor.Öyle hop diye sıyırıp atamıyorsunuz.Ama kitaba devam ederken bir baktım ki ben kitabı okumuyorum.Yazarın niyetine odaklanmışım,dedektifçilik oynuyorum.Oysa uzun zamandır kendime tekrar ettiğim bir şey vardı benim.
Bir kitap, yazımı bitene kadar o yazara aittir.Ben okumaya başlayınca benim olur,yazar aradan çıkar.* Şimdi ise yazarı koskoca bir duvar gibi kitabın önüne koyuyordum.Ta ki hep aklımdan geçen bir cümleyi kitabın kahramanının ağzından duyana kadar.O an girebildim kitaptan içeri.Bakalım içeride neler var:
Şirin, Mona ve Peri. Dinsiz,inançlı ve mütereddit. Havva’ nın Üç Kızı.
Kitap bize bir tarafa dahil olamamanın aslında kötü bir şey olmadığını anlatıyor.Taraf deyince hemen siyaset gelmesin aklınıza.Bu bir arkadaş grubu,bir inanç meselesi,felsefik bir problem,bir yaşam şekli de olabilir.
Eğer hayatınızı bir çember olarak görüp,bütün o seçim yapmak zorunda olduğunuz tarafları bu çemberin tam merkezine koysanız ne olurdu hiç düşündünüz mü?İşte kitap bize bunun cevabını veriyor.
Çemberin merkezinde olan her şeye aynı uzaklıkta durmak,bir seçim yapmak zorunda kalmamak, bize tüm seçimlerin iyi ve kötü yanlarını görme lüksü veriyor. Fakat tarafsız olan bertaraf olur sözünü misyon edinmiş fanatik insanlık tarafından yalnız bırakılma cezasına da razı olmanız gerekiyor bu lüksü yaşarken.
Ve Peri’ nin çemberinin merkezinde Tanrı daha doğrusu Tanrı algısı var.(Belki de hepimiz inandığımız yaratıcıyı merkeze koysak ve başkalarının merkezindeki yaratıcı benimkine neden benzemiyor diye sormasak hayatı anlamak daha kolay olurdu.)
Peri ne Şirin gibi inançsızlığa ne de Mona gibi inanca bağlı.Her kavgada iki tarafın da hem haklılığını hem haksızlığını görebilen,bir nevi arafta yaşayan,Oxford’a ailesinin gurur kaynağı olarak okumaya gelmiş bir İstanbullu.Profesör Azur’ dan aldığı Tanrı dersi tüm yaşamını etkileyecektir Peri’ nin.
Yazarımız Şirin ,Mona ve Peri’nin gözünden üç farklı yaşam biçimini ustalıkla anlatmış. Peri’ nin çocukluğuyla 1980’ lerin Türkiye’sini, Oxford yıllarıyla 2000’ lerin İngiltere’sini ve günümüzü yani üç farklı zaman dilimini de okurun kafasını karıştırmayacak biçimde kurgulamış.
Elif Şafak Aşk kitabından sonra daha popüler kitaplar yazma çabasına girdi.Bir nevi popüler kültüre yenik düştü.Çok satma kaygısıyla kitaplarının içeriği sığlaştı.Halbuki Aşk’tan önce yazdığı Pinhan,Mahrem ve Araf okunması zor ama söyleyecek sözü çok olan kitaplardı.Keşke Aşk’ ı hiç yazmasaydı da çok satmanın cazibesine kapılmasaydı diye düşünürken Havva’ nın Üç Kızı’ nı okumak iyi geldi bana.Üstelik ilk defa bir roman karakteriyle bu kadar örtüştüm. Peri’ yi anladım ve ona hak verdim.
Bu kitabı okuyun bence.Bakalım siz Havva’ nın hangi kızına hak vereceksiziniz. Hangisi size daha yakın gelecek.
Yazarı sevmiyorsanız kesinlikle okuyun. Ön yargılarınızı üstünüzden atabiliyor musunuz bir test etmiş olursunuz hiç olmazsa.


*Nerede ve ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama  yıllar önce bu minvalde bir söz okudum ve kitap okurken ana felsefem olarak benimsedim.

5 Ağustos 2016 Cuma

Son Sefarad - Beyazıt AKMAN

            Yıl 1492.Yer İspanya.Müslümanlığın en batı noktası.
            Granada İmparatorluğu’nun çökmesi Endülüs Yahudilerinin de sonunu getirir.Kral Ferdinand ve Kraliçe Elizabeth El-Hamra Fermanı’nı imzalayarak  kendi dinlerinden olmayan (ki kendileri Katolik) Yahudilere acımasız hatta vahşice davranmaya başlarlar.

            Yazarımız daha önceki kitapta olduğu gibi yine New York sokaklarında başlıyor bu hikayeyi anlatmaya.Tıpkı Ahmet Ümit’in Başkomiser Nevzat’ı kullanması gibi yazarımız da öğrenci Beyazıt’ı çıkarıyor karşımıza ikinci kitapta da.

New York sokaklarında bir Endülüs kuyumcusu dükkanına giren Beyazıt, sefaradların yani Endülüs Yahudilerinin çektiği zulmü, dükkan sahibi David Marrano’dan dinliyor.
Kitabın ana konusu, Yahudilerin zorla Hıristiyanlaştırılması, Hıristiyanlığı tam uygulamayan,en ufak Yahudilik belirtisi gösterenlerin diri diri yakılması, Hıristiyan olmayı kabul etmeyenlerin ise tüm mal varlıklarını bırakarak ülkeyi terk etmek zorunda olmaları.
Ve tüm dünya bu acıya sessiz kalırken Sultan Bayezid’in yardım eli uzatması.

Sadece Yahudilerin yaşadıkları anlatılmıyor tabi ki.
Sultan Bayezid’in sefih bir şehzade olmaktan kurtulup bir cihan imparatoruna dönüşmesini de el almış yazar.Hat sanatını zirveye taşıyan Hamdullah Çelebi’nin bu dönüşüme katkısını da es geçmemiş.Yahudilerden sonra sıranın Müslümanlara geleceğinin ipuçlarını da vermiş.
            Sadece bunlar da değil geri planda anlatılanlar.
            Davud ile Elif,David ile Esther.Biri mutlu biten, biri yarım kalan aşk hikayesi.
            Sultan Bayezid’in Yahudileri Osmanlı topraklarına getirmesi için görevlendirdiği  Kaptan-ı Derya Kemal Reis’in yeğeni Piri Reis’in yıldızlara olan tutkusu,ölçümleri.
            Endülüs’teki tüm Arapça ve İbranice kitapları yakmakla görevli Keşiş Santiago’nun doğunun İslam filozofları ile tanışması.
            Kristof Kolombus’ un Katolik kralların desteğiyle Atlas Okyanusu'nu geçmesi.

Yani kitabın içeriği oldukça dolu ve ilgi çekici.Yazarın anlatımı da yine etkileyici.Okuduğum iki kitabından sonra,yazarımız aksiyon sahnelerini çok başarılı anlatıyor ve okurun heyecanının azalmasına hiç izin vermiyor diyebilirim.

Kitap ilerledikçe,özellikle Keşiş Santiago’nun bölümlerinde ise benim aklımda hep aynı soru dönüp durdu.
            Aklı,ilmin ve inancın merkezine koyan Farabi, batı ülkelerinde 16. yüzyıla kadar okunmuş olan Tıp Kanunu kitabının yazarı İbn-i Sina, her şeyin akıl ile anlaşılabileceğini öne süren İbn Rüşd, doğu ve batının ilk cebir kitabını yazan Harezmi, Ebu Bekir el Razi, El-Kindi, İbn-i Haldun…
Daha benim ismini sayamadığım birçok filozofun bağrından çıktığı doğu nasıl yeterince ilerleyemedi,nasıl bu kadar düşüşe geçebildi?Kütüphaneleri yıkan,kitapları yakan,matbaayı şeytan aleti addeden batının torunları ise nasıl tırmanabildi merdivenleri üçer beşer?


           Acaba doğu tüm enerjisini dinini korumaya harcamak yerine ilmini koruyup nesillerden nesillere aktarabilseydi daha mı farklı olurdu dünya?

          Not:Son sayfalardaki satır sonlarında hecelerine yanlış ayrılan kelimelerin çokluğu,birkaç yerde yapılan basım hatası,yazar için büyük hayal kırıklığı olsa gerek.Ben bir okur olarak bu yanlışları gördükçe içim cız ettiyse yazarı düşünmek bile istemiyorum.